SÖYLEM KURAMI ve ULUSLARARASI HUKUK: JÜRGEN HABERMAS’LA SÖYLEŞİ*

Jürgen Habermas (1929- )

Çev. Ertuğrul Kaan Yıldırım/A. Yasin Uysal

Armin von Bogdandy: Profesör Habermas, sizin dönüm noktası niteliğindeki kitabınız Between Facts and Norms’u esas alarak uluslararası düzen üzerine dört gün boyunca yoğun tartışmalar gerçekleştirdik. Bu temelde, Avrupa Uluslararası Hukuk Derneği üyelerinin ilgisini çekebilecek bazı sorular sormak istiyorum. Uluslararası düzene dair yazılarınız genellikle iki ana bölümden oluşuyor. İlk bölüm egemenlik, insan hakları veya anayasacılık gibi önemli kavramların yeniden inşasından oluşuyor. Diğeri ise Güvenlik Konseyi veya Genel Kurul’da belirli bir reform yapılması gibi politika önerilerinden oluşuyor. Bazı okuyucular bunları aynı metinde buldukları için şaşırabilirler. Bu iki parça arasındaki ilişkiyi açıklayabilir misiniz?

Jürgen Habermas: Bu sorunuz neredeyse kişisel nitelikte garip bir zorluğa değiniyor. Seksenli yılların başından beri profesyonel kitap ve makalelerimin yanı sıra Kleine Politische Schriften [Küçük Politik Yazılar]’ı yayınladım. Bunlar güncel konulara ilişkin denemeler, konuşmalar ve zaman zaman yazılan yazıları bir araya getiriyor ve dönemin – biraz da ulusal renklere bürünmüş – tanısına katkıda bulunmayı amaçlıyor. Bu yayın politikasını izlerken, okuyucularımı her durumda üstlendiğim rolden haberdar etmek istedim – ya olağan akademik standartları karşılamaya çalışan bir akademisyen ya da bir vatandaş olarak akademik yetkinliklerini belirli bir politik müdahale amacıyla kullanan bir kamu entelektüeli rolü. Sorunuz, bu iş bölümünün uluslararası hukuk açısından pek de işe yaramadığı gibi utanç verici bir gerçeğe işaret ediyor.

Bu, önce çalışıp sonrasında belirli politika bağlamlarında kullandığım akademik bir disiplin değil. Sistemli biçimde hukuk okumadım ve hiçbir zaman hukuk diploması almadım. Sadece ellili yılların sonunda gelişen akademik ilgilerim sırasında önce kamu hukuku (özellikle Alman Staats ve Verfassungsrecht'i [devlet ve anayasa hukuku]) ve daha sonra hukuk teorisi okumaya başladım. Nihayetinde bu da beni, uzman meslektaşlarımla yaptığım bir tartışma bağlamında, Between Facts and Norms (Olgular ve Normlar Arasında) adlı kitabı yazmaya yöneltti. Ancak uluslararası hukuk konusunda benzer bir aşinalığa hiçbir zaman ulaşamadım. Burada durum tam tersiydi. 1989-1990'dan sonraki insancıl müdahaleler, Maastricht Antlaşması’ndan bu yana Avrupa Para Birliği, Bush’un Irak’ı işgali, 2008 küresel bankacılık krizinin ardından yaşanan Avrupa krizi gibi siyasi zorluklar ilk sırada yer aldı. Bu sorunlarla yüzleşebilmek ve makul politik yargılar oluşturabilmek için, özellikle de uluslararası hukuk ve Avrupa hukuku hakkında, çok daha fazla bilgi edinmem gerekiyordu. Size söylememe gerek yok: her iki alanda da profesyonel tavsiyeler, literatür ve eleştirilerle bana yardımcı olan meslektaşlarımdan ilki sizdiniz.

AvB: Hukuk teorinizde geleneksel pozitivist hukuki muhakemenin yetersiz olduğu ve siyaset teorisi tarafından detaylandırılan daha geniş normatif düşüncelere açılması gerektiği yönünde önemli bir iddiada bulunuyorsunuz. İki düşünce alanı arasındaki önemli bağlantılardan biri ilkelerdir. Bu ilişkiyi nasıl gördüğünüzü açıklayabilir misiniz? Bir hukuk bilimcisinin normatif siyaset teorisine ilgi duyması neden önemlidir?

JH: Hukuk çalışmalarındaki eksiklikleri eleştirecek konumda değilim. Ancak anayasa hukuku ile normatif siyaset teorisi arasında doğal bir bağlantı görüyorum. Temel haklar hukuki ilkelerdir ve herhangi bir anayasa mahkemesi çetin davaları karara bağlarken, ilgili koşulların mümkün olan en iyi tanımı ışığında, yarışan haklardan hangisinin diğeri üzerinde öncelik iddia edebileceğini bulmak zorundadır. Ronald Dworkin'in çığır açan kitabı “Hakları Ciddiye Almak” ışığında, Robert Alexy ve Klaus Günther (temel haklar dahil) “ilkelerin", “normlardan” farklı statüsünü tartışmışlardı. Bu tartışma, normatif bir arka plana başvurmanın ve hukuken geçerli tüm ilkelerin tutarlılığını her durumda korumayı mümkün kılan bir çerçeve sağlamanın neden gerekli olduğunu açıklamaktadır. Benzer bir neden John Rawls'un inşacı ve tamamen normatif bir siyaset teorisi açısından önerdiği adalet anlayışını uygulamak ve korumak için Yüksek Mahkeme'yi başlıca kurum olarak belirlemesi için bir saik olmuş olabilir. Ben bunun yerine yeniden inşacı bir yaklaşımı tercih ediyorum. Hukuk teorisyeni, hukuk tarihine dönüp baktığında, demokratik anayasaların örneklerinden, bu anayasaların temel özelliklerinin rasyonel bir şekilde yeniden inşa edilmesini sağlayacak ilkeleri çıkarmaya çalışabilir. Hukukun üstünlüğü (ya da insan hakları) ve halk egemenliğinin (ya da demokrasinin) anayasal ilkelerin türetildiği en temel iki unsur olması şaşırtıcı değildir.

Benim bakış açıma göre, anayasanın ilkesel olarak anlaşılması hem hukukçular hem de yargıçlar için güncelliğini korumakta, çünkü anayasal devletlerde siyasi otorite içkin türde bir meşrulaştırmaya bağlıdır - hukuk sisteminin kendisi içinde bir meşrulaştırma. Modern zamanlarda toplumsallık ötesi bir meşrulaştırma kalmamıştır (bir zamanlar ortak bir dini çerçeve tarafından sağlanan türden bir meşrulaştırma yoktur). Doktrinsel çalışma, çifte bir referans nedeniyle hem yorumlayıcı hem de normatiftir: Bir yandan geçerli hukukun uygulanması ve belirlenmesi - özellikle çetin davalarda - normatif akıl yürütmeyi, yani bir bütün olarak hukuk sistemine meşruiyet kazandıran ilkeler tarafından yönlendirilen bir akıl yürütme türünü gerektirirken, diğer yandan ülkenin hukukuna, yani hukuki gerçeklere bağlıdır. Elbette demokratik prosedürler meşruiyetin nihai kaynağıdır, ancak demokrasi (modern anlamda) hukukun haricinde değildir. O da bizzat hukuk ortamında oluşturulur ve uygulanır. Bu ortam, başlı başına öznel hakların biçimiyle, vatandaşların politik ve kişisel otonomilerini nasıl gerçekleştirebileceklerini ve her ikisi arasındaki hassas dengeyi nasıl güvence altına alabileceklerini belirler.


AvB: Geleneksel hukuk düşüncesinin bir eleştirmeni olmanıza rağmen, doktrinel yazım ve muhakemeye büyük önem veriyorsunuz. Hukuki muhakemeyi sosyal bilimler yaklaşımı ya da normatif değerlendirmeler içinde eriten yaklaşımları reddediyorsunuz. Doktriner düzeyin neden bu kadar mühim olduğunu düşündüğünüzü açıklayabilir misiniz?

JH: Normlar ve pratikler düzeyinde, genel olarak insan kültürünü karakterize eden şeyin en görünür ve en rasyonel biçimi olması - bununla toplumsal gerçekliği inşa etme ve bilinçli olarak şekillendirme özelliğini kastediyorum - hasebiyle hukuka hayranlığımı ifade ediyorum. Konuşma ve dil de dahil olmak üzere insan kültürünün her parçası bir inşadır. Çoğu bilinçli olarak ortaya çıkarılmamış olsa da, doğa tarafından da yetiştirilmemiştir, yani physei değil, thesei'dir. Ve tüm sosyal yapılar arasında hukuki düzenlemeler en yapay olanlardandır. Hukukçuların doktriner çalışmaları, bir hukuk normları külliyatını sistematikleştirmenin ve rasyonelleştirmenin – yapısını şeffaflaştırmanın – merkezinde yer alır. Durkheim'dan bu yana tüm büyük sosyal teorisyenlerin ilgisinin hukuk tarafından cezbedilmesinin ve bu kimselerin hukuk sosyolojisi üzerine yazmalarının nedeni belki de budur. Ancak yine de, bu başarıların yalnızca sosyolojik ya da felsefi bakış açısıyla uygun bir açıklamasını yapmak zordur. Sosyologlar ve filozoflar, hukuk külliyatının iskeletini ilk başta ortaya çıkaran hukukçuların doktriner çalışmalarına gereken saygıyı göstermelidir.

AvB: Bazı hukuk teorisyenleri hukuku olgulara, yani icbar yetkisine dayandırırken, diğerleri meşruiyete dayandırıyor. Sizin dönüm noktası niteliğindeki kitabınız Olgular ve Normlar Arasında’nın ana fikri, güçlü bir teorinin her iki unsuru da bir araya getirmesi gerektiğidir. Ancak Olgular ve Normlar Arasında egemen bir ulus devletin hukukunu ele alıyor. Bu düşünce uluslararası hukuk için de geçerli mi ve ne bir uluslararası kolluk ne de bir dünya parlamenterler meclisi olmadığı için bu düşünce uluslararası hukukun kendine has (specificities) özelliklerine göre uyarlanmalı mı?

JH: Daha ziyade, ulusal sınırlar içerisinde özgür ve eşit vatandaşlardan oluşan bir topluluk inşa etmeye yönelik ilkelerin uluslararası hukukun dönüşümüne de rehberlik edebileceğini ve etmesi gerektiğini söylemek isterim. Sayıları hızla artan uluslararası örgütler, ekonomik ve dijital küreselleşmenin akabinde gittikçe artan ulus ötesi karşılıklı bağımlılıklardan doğan çokkültürlü bir dünya toplumunun muazzam meydan okumasına yanıt vermemiz gerektiğini göstermektedir. Erken modern zamanlarda, Avrupa devletler sisteminin siyasi çerçevesi, piyasaların ve yeni üretim ve iletişim biçimlerinin benzer şekilde yayılmasına bir yanıttı. Ancak 18. yüzyılın sonunda anayasal devlet, yalnızca kapitalist gelişmeye uyum sağlamanın bir sonucu olarak ortaya çıkmamış, aksine kurulmuştu. Demokrasi ve hukukun üstünlüğü fikirleri, bunlar adına özgürleştirici mücadeleler verilene kadar hayata geçirilmedi. Yine de liberal kurumların bilindik ulusal tasarımını ulusüstü düzeye yansıtamayacağımıza işaret etmekte haklısınız. Aynı ilkeler, eğer bir kez olsun küresel ölçekte uygulanabilirlerse, farklı bir kurumsal formata bürüneceklerdir. Bu görev ışığında, spekülasyon yelpazesi filozof için hukukçuya kıyasla biraz daha geniş olabilir. Ancak her ikisi de olgusallık ve geçerlilik arasında hareket eder.

Uluslararası hukukun demokratik bir şekilde anayasallaştırılmasına yönelik doğru düzgün bir tasarımın, bir gün hem modern hukukun içinde bulunduğu ortamın hem de devlet iktidarının özünün rasyonelleştirilmesinde daha ileri tarihsel adımların bir sonucu olarak şekilleneceğini öngörüyorum. Anayasal devlet, vatandaşların ya kendi çıkarları için ya da demokratik olarak yasalaştırılmış hukukun güvenilirliğine saygı duydukları için uyabilecekleri, hem icbar edilen hem de meşru olan hukuki normlar için tasarlanmıştır. Bu gerçeği göz önünde bulundurarak şu makul itiraza atıfta bulunuyorsunuz: “Uluslararası hukukun uygulanması ve meşru bir şekilde oluşturulması için ne bir uluslararası polis ne de bir dünya parlamenterler meclisi vardır”. Olmadığı söylenen “kolluk” ile ilgili olarak hukuk ve siyasetin daha ileri seviyede "rasyonelleştirilmesine" yönelik sezgim hakkında konuşmama izin verin.

Modern hukuk, meşru cebir aygıtlarını tekelinde bulunduran bir devlet tarafından uygulanan yaptırımları bünyesinde bulundurur. Küresel ölçekte benzer bir devletin ne mümkün ne de arzu edilir bir şey olduğu önermesinden yola çıkarak, "uluslararası bir kolluğun" da olamayacağı sonucuna varmak çekici gelmekte. Ve şimdiye kadar yapılan insancıl müdahalelerin birçoğu bu şüphecilik lehine ampirik kanıtlar sunmaktadır. Bununla birlikte, Avrupa hukukunun gelişim yönüne baktığımızda, hukuk ortamının bileşiminde gözden kaçmayan bir değişiklik keşfederiz. Avrupa Birliği üye devletleri hala meşru şiddet aygıtları üzerinde tasarrufta bulunmakta ve yine de AB kurumlarının hukuki emirlerine itaat etmekte ve bunları uygulamaktadır. Devlet hukukunun iki bileşeninin (yaptırım ve meşrulaştırma) bu değişen dizilimi ile Avrupa hukuku, geleneksel hukuk kavramına artık tam olarak uymayan bir hukuk düzeni oluşturmaktadır. “Olgusal” ve “normatif” bileşenlerin göreceli ağırlıkları, herhangi bir yaptırım gücü üzerinde tasarruf sahibi olmayan ulusüstü bir otoritenin meşruiyetinin tanınması lehine değişmiştir. Bu bağlamda uluslararası hukuk ile devletler hukuku arasındaki mesafe biraz daralmıştır. Geçerli hukukun zorlayıcı doğasına ilişkin geleneksel anlayışımızı buna uygun bir şekilde değiştirdiğimizde, reforme edilmiş bir BM konseyinin tarafsız kararlarının bir gün, üye devletlerin “uluslararası bir polisin” rutin hâle gelen etkili müdahalelerine gönüllü destek vermesini sağlaması da daha az ihtimal dışı görünmektedir.

AvB: Pek çok uluslararası hukukçu uluslararası hukukun meşruiyetinin devletlerin rızasına dayandığını düşünüyor. Buna karşın siz uluslararası hukukun meşruiyetini iki kaynak temelinde yeniden inşa ediyorsunuz: devletler ve kozmopolit vatandaşlık. Birçokları için kozmopolit vatandaşın bu rolü ve kavramın kendisi ütopik bir tınıya sahip. Bu kavramın yeniden inşacı bir uluslararası hukuk teorisinde nasıl bir rol oynayabileceğini açıklayabilir misiniz?

JH: Sorunuz hukukun ikinci, yani meşrulaştırma bileşenine atıfta bulunuyor. Demokratik meşrulaştırma zinciri ulus devletin ötesine, şimdiye kadar egemen devletler arasındaki güce dayalı etkileşimlerin alanı olarak düşünülen uluslararası arenaya genişletilebilir mi? Hukuk ortamının bileşimindeki değişime tekabül eden siyasi iktidarın özünün rasyonelleştirilmesine yönelik işaretleri şimdiden gözlemliyoruz. Geleneksel devlet egemenliği anlayışı, buna karşılık gelen “realist” bir devlet gücü anlayışını varsayar. Bu güç, ulusal çıkarlarını gözettiği ve otonom olduğu varsayılan bir devletin kendi kendini ortaya koyup ifade edişinde tezahür edecekti. Devlet gücünün bu kararcı (desizyonist) çekirdeğinin hukuki ifadesi ise (böyle bir kararı gerekçelendirme zorunluluğu olmaksızın) savaşa girme hakkıydı. Bu hakkın kaldırılması uluslararası hukuk tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Ancak, bu haktan mahrumiyet ve post-heroik çağımızda savaşın artık uluslararası çatışmaları çözmek için tercih edilen bir mekanizma olmaması, devlet gücünün özünün rasyonelleştirilmesi olarak adlandırdığım şeyin yalnızca en görünür belirtileridir.

Daha da önemlisi, uluslararası örgütlerin artan sayısı ve yoğunluğunun klasik uluslararası hukukun aşınan meşruiyet zemini üzerindeki etkisidir. Günümüzde büyük güçler bile çeşitli politika alanlarında işlevsel otonomilerini kaybetmişlerdir. Devletler, ancak birlikte hareket ederek çözülebilecek sorunlar karşısında diğer devletlerle işbirliği yapmak zorunda kalmaktadır. Dış politikalar adım adım iç politika tarzına asimile olma yoluna girmektedir. Siyasi iktidarın kararcı özü, organize ulusötesi müzakerelerin ve söylemlerin iletişim akışlarının eritme potasında giderek daha fazla sıvılaşmakta. Hatta devletler kendilerini, sadece egemen güçler olarak değil, dahası uluslararası toplumun üyeleri olarak da anlamaya ve eylemeye başlamakta. Bu trend göz önünde bulundurulduğunda, uluslararası hukukun nasıl meşrulaştırıldığı ya da meşrulaştırılması gerektiği sorusu, ispat yükünü geleneksel devlet rızası anlayışını savunanlara kaydırmaktadır. Demokrasinin ulusötesi hale getirilmesi için çeşitli deneysel tasarımlarla mücadele eden muhaliflerinin elinde güçlü bir argüman var.

İşlevsel olarak uzmanlaşmış uluslararası örgütlerin büyüyen ağının, artık sözleşme taraflarının rızasıyla kapatılamayacak bir meşruiyet açığı yarattığı konusunda ısrar edebilirler. Bir uluslararası örgütün tüm üyelerinin gerçek demokrasiler olduğu varsayımında bile, örgüt, sözleşme bünyesindeki üye devletlerin giderek daha yakın bir işbirliği temelinde daha fazla yetki kazandıkça, her birinin örgüte verdiği bir bütün hâlinde meşruiyet artık gerçek meşruiyet ihtiyaçlarıyla uyuşmamaktadır. Etkiledikleri ulusal vatandaşlar için uluslararası veya ulusüstü bir otoriteden gelen herhangi bir müdahale, kendi hükümetinin ayrı ve dolayısıyla ulusal olarak sınırlı yetkisi ile tüm katılımcı hükümetlerin temsilcilerinin ortak karar alma sürecinin ayrım gözetmeyen genel etkisi arasında var olan asimetri nedeniyle yabancı güçlerin el atması olarak görünür. Ayrıca, ilgili tüm politika alanlarını kapsayan ulusal kabinelerin aksine, işlevsel olarak belirlenmiş uluslararası örgütlerin odak noktası, hedef alanı aşarak diğer alanlara yayılan müdahalelerin dış etkilerinin dikkate alınmasına ve dengelenmesine izin vermez. Dolayısıyla, örgütlü uluslararası işbirliğinin yeni biçimlerinde ve uluslararası hukukun ilgili gelişmelerinde örtük bir paternalizm yerleşiktir. Masum gözüken "yönetişim" adı altında, teknokratik rejimler, faaliyetlerinin meşruiyetinin demokratik kaynakları ortaya çıkarmadığımız sürece, uluslararası örgütlerin büyümesiyle el ele yayılmaya devam edecektir. Günümüzde giderek artan sayıda tanınmış siyaset felsefecisi tarafından savunulan liberal insan haklarının paternalist dayatması bile demokrasinin uluslararasılaşmasına eşdeğer bir hizmet etmeyecektir. Bu nedenle, "uluslararası topluluğu" hem devletlerden hem de vatandaşlardan oluşan ve onlar tarafından inşa edilen bir yapı olarak düşünmeyi öneriyorum. Bu da bir dünya parlamentosu fikrini vazgeçilmez kılmaktadır. Ancak oldukça uzun bir meşrulaştırma zincirinin sonunda yer alan böyle bir kurum, en azından iki önemli açıdan ulusal parlamentolardan farklı olacaktır: Bu kurum, konunun esasıyla ilgili ancak sınırlı yetkilere sahip olacak ve bu yetkileri dünya örgütünün üye devletleriyle paylaşacaktır.

Bu bağlamda, "paylaşılan halk egemenliği" kavramını yanlış anlamamak gerekir. Federal devletler çerçevesinde ulus-altı birimler yalnızca oluşturulmuş bileşenler olarak ortaya çıkarken, ulusüstü bir demokrasi senaryosunda, dünya örgütüne üye devletler oluşturucu güçlerin egemen rolünü koruyacak, ancak bu rolü diğer "egemen" olarak dünya vatandaşlarının toplamı ile paylaşacaktır. Devletler - ya da halihazırda politik bir topluluk şeklinde oluşturulmuş olan halklar - küresel anayasa yapım sürecine, bir başka kurucu güç olarak dünya vatandaşlarının toplamının yanında girecektir. Oluşturulan dünya topluluğu düzeyinde, bu rol ulus-devletlere nispeten güçlü bir konum sağlayacaktır.

AvB: Pek çok çağdaş yazar, uluslararası hukuk ile ulusal hukuk arasındaki ilişki söz konusu olduğunda çoğulculuğun şu ya da bu biçimini tercih ediyor. Buna karşın, siz küresel hukuk düzeni için Kelsenci monist yaklaşımı tercih ettiniz. Çoğulcu teorilerde ne gibi eksiklikler gördüğünüzü ve neden monizmi tercih ettiğinizi açıklayabilir misiniz?

JH: Hukuki çoğulculukların geniş ailesine yeterince aşina değilim. Bu yaklaşımlar, kapalı, yani karşılıklı olarak tercüme edilemeyen anlam evrenleri oluşturan hukuk dilleri olduğu yönündeki bağlamsalcı varsayıma dayandıkları ölçüde, yanlış bir felsefi önermeden yola çıkmaktadırlar. Donald Davidson ve Hans-Georg Gadamer, her biri kendi tarzında, holizmin bu radikal versiyonunu ikna edici bir şekilde eleştirmişlerdir. Bağlamsalcılık, farklı hukuk geleneklerinden gelen yargıçları bünyesinde bulunduran uluslararası mahkemelerin nasıl olup da kararlar üzerinde aynı ya da benzer gerekçelerle uzlaştıklarını açıklayamaz. Heterojen bir yapıya sahip uluslararası mahkemelerin yargı yetkisi, ilkesel muhakemenin rolüne dair kanıtlar sunmaktadır; farklı arka planlar arasındaki uçurumları aşan karşılıklı anlayış, müşterek ilkelere başvurulmasıyla daha kolay hale gelmektedir. Hukuki çoğulculuğun radikal versiyonlarını reddetmek için bir başka neden de meşrulaştırma ihtiyaçlarının sistematik olarak ihmal etmeleridir. Kısacası, sadece kendi kendini düzenleme ve karşılıklı uyum mekanizmalarıyla yönetilen bir dünya toplumu resmi, meşrulaştırma sorunlarına karşı kördür. Yaptırım gücü ve uygulamasının faili olarak devlet, bunlar tam da meşruiyet gerektiren işlevler olmasına rağmen arka plana çekilir.

* : Verfassungsblog internet sitesinden alınmıştır. (https://verfassungsblog.de/discourse-theory-and-international-law-an-interview-with-jurgen-habermas/, 12.05.2013)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ANAYASA HUKUKUNU TARİHSEL OLARAK ÖĞRETMEK*

Yargı Erki: Demokrasinin İmtihanı

HUKUKUN PLANLAMA KURAMI