Yargı Erki: Demokrasinin İmtihanı
Lord Jonathan Sumption
Çev. A. Yasin Uysal
Hukukun hükümranlığının genişlemesi içinde bulunduğumuz dönemin en çarpıcı olgularından birisidir. XIX. yüzyıl sonuna kadar, beşerî etkileşimin önemli bir çoğunluğu, teamül, gelenek ve nezaket kurallarına göre gerçekleşiyordu. Hukuk çok dar bir sorunlar yelpazesinin üstesinden gelmek üzere tasarlanmıştı. Mülkiyet haklarını himaye ediyor ve mülkiyetin nasıl elden çıkacağını düzenliyor, sözleşmelerin ifasını temin ediyor, insan hayatını, bireysel özgürlüğü ve vücut bütünlüğünü koruyordu. Fransa’da ve daha nadiren İngiltere’de, idari gücün kötüye kullanılmasını engellemekteydi. Yaptıklarının hemen hepsi bu kadardı. Bugün ise hukuk yaşamın her alanına müdahale etmekte. Aile mahkemeleri - önceden babanın yetki alanında olan - çocukların esenliğinin her yönüyle ilgilenmektedir. İş ve istihdam dünyası, uzman mahkemelerden oluşan bir ağ tarafından uygulanan yasalar ve standart sözleşmelerle titizlikle düzenlenmektedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile güçlendirilmiş kapsamlı bir idare hukuku sistemi, yurttaş ile devlet arasındaki ilişkileri düzenlemektedir. Büyük Britanya’da bir milyon nüfus başına düşen hukukçu sayısı bugün yüzyıl öncesine göre yedi kat daha fazladır. Fransa'da buna karşılık gelen rakamları bilmiyorum, ancak aşağı yukarı eşdeğer olduklarından eminim.
Hukuk devleti modern yaşamda sıradan bir kavram hâline gelmiştir. Peki ama bu ne anlama geliyor? Meselenin özü üç ilkede özetlenebilir. İlki, kamu otoritelerinin kendilerine yasayla verilenin dışında hiçbir cebir yetkisi olmamasıdır. İkincisi, yurttaşların asgari düzeyde kişisel haklara sahip olmasıdır. Bunların neler olduğu tartışılabilir ancak en azından şiddete ve yaşama ve kişisel özgürlüğe yönelik saldırılara karşı korumayı içermek zorundadır. Bu haklar olmaksızın toplumsal varoluş, sadece gücün hüküm sürdüğü sürekli bir çatışmadan başka bir şey değildir. Üçüncü olarak ise, bu hakları talep etmek için bağımsız mahkemelere erişimin olması esastır. Ancak, hukuk devletinin ne anlama geldiğinden daha da önemli bir şey vardır, o da ne anlama gelmediğidir: Her beşerî sorunun ve her ahlaki ikilemin hukuki bir çözüm gerektirdiği anlamına gelmez. Bu nedenle kendimize son yüzyılda hukuk alanında neden bu kadar büyük bir genişlemeye tanık olduğumuzu sorabiliriz.
Bunun başlıca nedeni, XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa ülkelerine kitle demokrasisinin gelişidir. Kitle demokrasisi doğal olarak yurttaşların devletten, özellikle de asgari düzeyde güvenliğin garantörü ve ekonomik faaliyetlerin düzenleyicisi olarak, yeni beklentiler içine girmesine yol açmıştır. Kolektif müdahalenin sonuçlarına ilişkin iyimserlik, insan gibi tüm sosyal hayvanların doğal bir eğilimidir. Fransa’da devletin gücüne ve iyilikseverliğine duyulan bu güven, 1930’larda komünizmin ve savaştan sonra sosyal demokrat partilerin yükselişinin arkasındaki ana etmendi. Trente Glorieuses (Otuz Şanlı Yıl) döneminde Avrupa ekonomilerinin görünürdeki başarısı devletin prestijini önemli ölçüde arttırmıştı.
Hukuk, kolektif eylemin ana enstrümanıdır. Sadece Devletin çözebileceği, ekonomistlerin “dışsallıklar” olarak adlandırdığı, ekonomik ve teknolojik evrimin istenmeyen sonuçları gibi toplumsal sorunlar mevcut, sadece apaçık olanları saymak gerekirse: Meslek hastalıkları, çevre kirliliği, tekelci işletmeler, küresel ısınma. Bu alanlarda, Devlet ve onun yasası insanlığın elindeki tek kaynak. Buna karşın, diğer alanlarda hukukun müdahalesi, ihtiyaridir. Bu kolektif bir tercihtir. Günümüzde hukuki ve cebri tedbirlere çok daha sık başvuruluyorsa bunun iki temel nedeni vardır. Bunlardan biri, hoşgörüsüzlüğe ve konformizme yol açan ve gittikçe yükselmekte olan ahlaki mutlakiyetçiliktir. Diğeri ise riskten kaçış, neredeyse her zaman hukuki cebre başvurmakla sonuçlanan ebedi güvenlik arayışıdır.
Öncelikle bu olgulardan ilki olan ahlaki mutlakiyetçiliği inceleyelim. Toplumsal konformizm, uzunca zamandır, yasanın başat amaçlarından biri olmuştur. Fransa’da yasa, Devrim’e kadar dini inançları ve kültleri düzenlemiştir. Aydınlanma dönemindeki özgürlükler ülkesi ününe rağmen Büyük Britanya’da ise, Katoliklere ve Yahudilere karşı dini ayrımcılık XIX. yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir. Fransa’da hukuken tanınan cinsel özgürlük eski tarihlidir ancak Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin başka yerlerinde cinsel ilişkiler çok yakın zamana kadar yasa tarafından düzenlenmiştir. Ömrüm, eşcinsel ilişkilerin yasak olduğu döneme de yetişti. Bugün ise hukuk, kişisel inanç ve cinsel ilişkilerin hassas alanlarından çekilmiş durumda. Ne var ki diğer bakımlardan, hukukun belirli bir konformizmi dayatmak için var olduğu eski bir modele geri çekilmek durumunda kaldık.
Sansüre eğilimli bir dönemde yaşıyoruz. XIX. yüzyılda klasik liberalizmin büyük havarilerinden İngiliz filozofu John Stuart Mill, demokrasiyi doğal olarak takip edeceğine inandığı, dayatılmış konformizme karşı sesini ilk çıkaranlardan biriydi; demokrasiye karşı değildi. Aksine, kadınlar da dahil olmak üzere genel oy hakkını ilk savunanlardan biriydi. Ama demokratik bir devlette, fikir ve yöntem çeşitliliğinin tehdit altında olduğu konusunda uyarıda bulunmaya de kararlıydı. Ona göre hukuk bizi zarardan korumak için vardı, bize ahlaki konformizmi dayatmak için değil. Aksine, günümüzde yeni medya, kamuoyundaki kanıdan sapmaya cüret eden herkese karşı bir aşağılama, hakaret ve tehdit çığını tetikleyebilmekte. Sosyal medya sadece anlaşmazlıkları değil, belirsizlikleri ve nüansları bile bastıran güçlü bir sürü içgüdüsü yaratıyor. Amerika Birleşik Devletleri ve Büyük Britanya’daki bazı üniversitelerde, bir öğrencinin derindeki inançlarına aykırı bir görüşün ifade edilmesinin bile bir saldırı, öğrenicinin duygusal güvenliğine yönelik bir tehdit olduğu ve buna karşı korunma hakkını haiz olduğu ileri sürülmüştür. Eskiden kişisel tercihlere bağlı olan pek çok alanı Yasanın düzenlemesini isteyen de aynı zihniyettir. Bireyin ahlaki seçimlerindeki özerkliğini hoş görmeye giderek daha az gönüllü hale geliyoruz. İnsanlar ahlaki değerlerin toplumu oluşturan bireylerin değil, tüm toplumun malı olduğunu düşünme eğiliminde.
Size önemsiz ama açıklayıcı bir örnek vereyim: kürk hayvancılığı. Avrupa’da, bir zamanlar normal görülen bu faaliyet, 2021’den beri Fransa da dahil olmak üzere on dokuz Avrupa ülkesinde kanunen yasaklanmıştır. Bu yasağın nedeni çiftçiliğe ve hayvan kesimine karşı duyulan derin bir hoşnutsuzluk değildir. Hayvanları, yemek amacıyla ahlaki bir tereddüdümüz olmaksızın yetiştiriyor ve katlediyoruz ama kunduzları ya da vizonları yemiyoruz. Onları sadece kürkleri için yetiştiriyoruz. Bu yasakların ardındaki fikir, bir kunduz şapkası ya da vizon kürk giyme arzusunun bir hayvanın katledilmesini haklı çıkarmak için ahlaki açıdan yeterli olmadığı, oysa yeme arzusunun geçer bir sebep olarak yeterli olacağıdır. Pek çok insan ise bu ahlaki düşünceyi paylaşmayacaktır. İnsanların rahatı için hayvanlara zalimane olmayacak muamelenin oldukça eski ve haklı olduğu fikrindeler. Ancak yasa koyucu, kürk giyme ya da giymeme kararının artık bireysel ahlak yargısının meselesi olmadığını emretmiştir. Bu tür yasalar (ve başkaları da) hakkında görüşlerin bölündüğü ahlaki meselelerle ilgilenir ancak seçimlerimizi toplumun yalnızca tek bir kolektif ahlaki yargıya sahip olabileceği ilkesine göre düzenlerler. Kişisel yargılardaki farklılıklara müsamaha gösterilemez. Bu bize toplumlarımızın hukuka ait alan hakkında ne düşündükleri hakkında çok şey anlatıyor ve özel alan pahasına kamusal alanın genişlemesine işaret ediyor. Eskiden değer ve duygu çeşitliliğini desteklediğimiz alanlarda, kolektif çözümler dayatması için artık hukuka başvuruyoruz. Onaylamadığımız bir seçim yapacaklarından korktuğumuz için başkalarının ahlaki özgürlüğünden çekiniyoruz.
Bu örnekler, toplumlarımızda bireyin ahlaki özerkliğini sınırlamaya yönelik genel bir eğilimi göstermekte ve kendi kaderimiz için kişisel sorumluluk alabileceğimiz alanları azaltmaktadırlar. Elbette bazı alanlarda hukuk her zaman bu şekilde işlemiştir. Klasik liberalizm geleneği, başkalarına zarar veren ve yasal düzenleme konusu olabilecek insan eylemleri ile sadece faili ilgilendiren ve yasal düzenleme konusu olamayacak eylemler arasında ayrım yapar. Cinayet, tecavüz, hırsızlık ve dolandırıcılık her zaman için yasak konusu olmuştur. Bu eylemlerin ahlaki olup olmadığı teker teker bireyleri ilgilendiren bir konu değildir çünkü bu eylemler başkalarına zararlıdır ve yurttaşlarımız tarafından oybirliğiyle kınanmaktadır. Yeni olan, hukuktaki, başkaları için zararsız olan ve üzerinde hiçbir ahlaki uzlaşı bulunmayan şeyleri yasaklama yönündeki modern eğilimdir.
Şimdi hukukun hükümranlığının genişlemesini açıklayabilecek diğer olguya geliyorum. Bu da riskten kaçınma ya da başka bir deyişle korkudur. Risk olmadan yaşayamayız. Bariz bir örnek olarak motorlu taşıtları ele alalım: Bunlar, trafik kazaları sonucu meydana gelen ölüm ve yaralanmalarda açık ara önde gelen nedenlerdir. Söz konusu ölüm ve yaralanmalar, XIX. yüzyılda Büyük Britanya’da otomobil kullanımının ilk yıllarında yapıldığı gibi, saatte üç kilometre hız sınırı koyulmasıyla neredeyse tamamen ortadan kaldırılabilir. Fakat bugün bunu yapmıyoruz. Kabul etmek istemesek de yollarımızda meydana gelen binlerce ölüm ve yaralanma, diğerlerinden daha hızlı, daha esnek ve daha konforlu bir ulaşım yolu için ödemeye hazır olduğumuz bedelin bir parçası.
Bu ikilemler yüzyıllardır var olmuştur. Günümüzdeki büyük değişiklik, insanların almaya hazır oldukları risk derecesidir. Atalarımız alın yazımızın feleğin çarkı ile belirlendiğine inanırdı. Biz ise fiziksel, finansal ve duygusal güvenliği sadece normal bir durum olarak değil, bir hak olarak görüyoruz. Bazıları bu değişikliği memnuniyetle karşıladı, diğerleri ise hayıflanarak. Ancak kimse buna şaşmamalı. Riskten kaçınma, dünyamızdaki büyük değişimlere verilen rasyonel bir tepkidir. İnsanlığın teknolojik yetkinliği geçtiğimiz yüzyılda önemli ölçüde artmıştır. Ancak buna ahlaki duyarlılığımızda ya da komşumuz için duyduğumuz hassasiyetteki bir artış eşlik etmemiştir. Bunun sonucunda, atalarımıza kaçınılmaz görünen musibetler bize tamamen önlenebilir görünmektedir. Bu musibetler beşerî eylemin önlenebilir sonuçları olarak addedildiğinde, esasen yasa koyucuya intikal olunan siyasi bir mesele haline gelir. Dolayısıyla, herhangi bir felaketten sonra ya yasalara uyulmadığı ya da yasaların yeterince sağlam olmadığı sonucuna varırız. Başvurulacak hukuki bir yol ararız: dava, cezai kovuşturma ya da yasada bir değişiklik.
Beklenmedik gelişmelerden çok korkuyoruz. Devletin bizi sürekli artan bir dizi gündelik riske karşı korumasını talep ediyoruz. Özellikle de iş, sağlık, tüketici meseleleri ve kişisel finans alanlarında. Ancak bu hukuki koruma için ödenmesi gereken bir bedel var ki bu bedel çok yüksek olabilir. Yanıltıcı bir güvenliğe duyulan korku dolu arayış, özerkliğimizin bir kısmından mahrum bırakmadıkça Devletten bize veremeyeceği şeyleri talep etmemize neden olur. Hayatın getirdiği beklenmedik gelişmelerden çok fazla korkarsak, Devletten risklere karşı etkili bir koruma talep edersek, elbette Devlet de buna bu riskleri içeren herhangi bir faaliyette bulunmamızı yasaklayarak, başka bir deyişle gündelik hayatın musibete yol açabilecek ve yaşam kalitemizi bozabilecek sıradan unsurlarını ortadan kaldırarak karşılık verecektir.
Bu gözlemlerin 2020-2022 yılları arasında ortaya çıkan sağlık krizinden daha çarpıcı bir kanıtı olamaz. Covid-19 salgını son zamanların en kötü sağlık krizi olmaktan çok uzaktır. Kolera, tüberküloz, SARS ve MERS salgınlarının hepsi Covid-19’dan daha ölümcüldü. Tek fark, savaştan bu yana Avrupa’nın bunlardan kaçınacak şansı olması. Bu nedenle Avrupa, insanlığın geri kalanı için tamamen ölçülü kalan bir olgu ile sarsıldı. Covid-19 krizine en çok benzeyen kriz, 1918 ve 1921 yılları arasında yayılan ve İspanyol gribi olarak adlandırılan salgındır. İspanyol gribinin dünya çapında 200 milyon insanın ölümüne yol açtığı tahmin edilmektedir ki bu sayı Covid-19’un otuz katıdır. Ancak Covid-19 ile mücadele etmek için neredeyse tüm Avrupa ülkeleri tarafından benimsenen sert önlemlere başvurulmamıştır. Şimdi ise kamuoyu, devletin virüsün bulaşmasına karşı tek bir silahı olmasına rağmen, acil devlet müdahalesi çağrısında bulunuyor: Esasen sosyal hayvanlar olan insanlar arasındaki tüm toplumsal temasın yasaklanması. Söz konusu devlet müdahaleleri çok etkili olmadı. Tek etkileri, enfeksiyonları ve hastaneye yatışları sokağa çıkma yasakları sona erene kadar ertelemek oldu. Sonuçlar, cebri tedbirlerden büyük ölçüde kaçınılan İsveç’tekinden çok daha iyi değildi. Temel mesele, insanların yasaların kendilerini kurtaramayacağını kabul etmekte zorlanmalarıdır. Bu nedenle, güvenliklerini arttırmak için imkânsızı yapmayı vaat eden bir iktidara özerkliklerini ve refahlarını feda etmeye hazırlar. Cyrano de Bergerac’ın dediği gibi, “tam da fuzuli olduğunda çok daha güzel”.
Bu değerlendirmeleri yaparken, hukukun gündelik yaşamda giderek artan önemini kınamaya çalışmıyorum. Herkes gibi ben de hukukun bazı müdahalelerini memnuniyetle karşılıyor, bazılarını ise beyhude ya da anlamsız buluyorum. Kesin olan bir şey varsa o da hayatın daha basit olduğu ve halkın devletten daha az şey beklediği bir döneme geri dönemeyeceğimizdir. Hukukun hükümranlığının genişlemesi kabul edilmesi gereken basit bir gerçektir çünkü kendi kendimizi nasıl yönettiğimiz hakkında önemli sonuçları vardır. Hukuk alanındaki her genişleme, devletin gücünde bir artış ve yurttaşın eyleme özgürlüğünde buna karşılık gelen bir azalma anlamına gelir. XX. yüzyıla kadar devlet gücünün yasal ya da anayasal olmaktan ziyade pratik sınırları vardı. Devletin nüfusun tümü üzerinde cebri iktidar icra etmek için ne kaynağı ne de istihbaratı vardı. Buna karşılık modern devlet neredeyse tam bir güç tekeline sahiptir ve bu gücü herhangi bir yurttaşa karşı yoğunlaştırabilmeyi mümkün kılan benzersiz araçlar sağlayan gözetleme ve istihbarat teknolojilerine sahiptir.
Aristoteles demokrasinin esasen istikrarsız olduğunu çünkü çok kolay bir şekilde tiranlığa dönüşebileceğini düşünmüştü. Tiranlar nadiren zorla iktidara gelirler. Aksine olan şey halkın bazı dış tehditlerden korktuğu için gönüllü boyun eğişidir. Eğer demokrasi şimdiye kadar bu temayüle direnebildiyse, bunun nedeni siyasal çeşitliliği benimseyen ve devlet eylemlerine sağduyulu sınırlar getiren bir kültürdür. Ne var ki bu kültür giderek yok olmaktadır. Hoşgörü insanlığın doğal içgüdüleriyle uyumlu değildir. Ancak bu giriş mahiyetindeki değerlendirmeleri Aristoteles ile değil, İngiliz filozof Thomas Hobbes ile sonlandıracağım. Hobbes en ünlü eseri olan Leviathan’ı 1651 yılında Fransa’da sürgündeyken yazmıştır. Ancak Fransa’da siyaset felsefesi uzmanları dışında pek tanınmadığı izlenimini edindim. Ülkesini parçalayan iç savaşın ardından Hobbes, siyasi ve sosyal istikrar adına mutlak iktidarı meşrulaştırmak istedi. Toplumsal sözleşmenin ilk kuramcılarından biriydi fakat onun toplumsal sözleşmesi Locke ya da Jean-Jacques Rousseau’nunkinden çok farklıydı. Hobbes’a göre insanların özgürlüğe bir hakkı yoktu. İlkel zamanlarda bu hakka sahiptiler ancak kendilerine vaat ettiği güvenlik karşılığında bunu tamamen ve geri dönülmez bir şekilde kadir-i mutlak devlete teslim etmişlerdi. Hobbes'un bugün çok az takipçisi var. Ne var ki o kâbusu kendimiz için yeniden yaratma sürecindeyiz.
* : Jus Politicum'un Mart 2024, 31. sayısında yayınlanmıştır. (https://juspoliticum.com/article/Pouvoir-judiciaire-le-defi-democratique-1546.html)
** : Lord Jonathan Sumption ünlü bir İngiliz hukukçudur. 2012-2018 yılları arasında Birleşik Krallık Yüksek Mahkemesi'nde yargıçlık yapmıştır. BBC tarafından 2019 yılında Hukuk ve Siyasetin Gerilemesi temasıyla yayınlanan bir dizi konferans olan Reith Lectures'ı vermiştir.
Yorumlar
Yorum Gönder